Nis
02
2011

Söyleşi: “Yazıyı Derinliğine Yazmak”

Hande Edremit’le birlikte keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik… Söyleşinin tam metni aşağıda yer almaktadır.

Zafer Yalçınpınar: “İsimlerin hesabı yoktur müdürüm!” diyorum sevdiğini söylediğin bir şiirimde. Sahici edebiyatı, öze dair bir imi, şiirselliğin sıkılığını cetvelle ölçemeyiz gibi geliyor bana… Sıkı şiir nedir senin gözünde? Bunu bir koyalım ortaya… Kafadan…

Hande Edremit: Sıkı şiir.. Herşeyden önce şiirdir yani hiçbirşeydir. İşaret eder ancak kendisi işaret ettiğinden bağımsız bir gerçek-üretecidir. Gerçekle ilişkisi gerçekdışıdır. Yazan kişi hedef tahtasını gördüğünde, okun varmasını ya da ıskalamasını umursamaz. Hareketi, süreci yaratırken, kendi gibi kalamamasına bağlıdır. Böylece hedef hiçbir zaman gerçekleştirilemez. Şiir sıkıysa şair yaptığı şeyi sonradan fark edecektir. Peki, siz sıkı şiir yazan biri olarak bu durumu nasıl açıklarsınız. Şiir ve yazma hareketi arasında nasıl bağlantı var? Nasıl oluyor da o boşluğu yaratabiliyoruz anda?

Z.Y.: Bence, şiir, sözün ötesindekine varmaya, sözün ötesindekiyle buluşmaya çalışır. Söz, özün giysisidir. Tarih boyunca böyle olmuştur. Şiir, verili noktadan ayrı olarak kendini biçimlendirir, böylesi bir meta-imgelemdir. Yani sıkı şiir, sözün ayrıcalığını -kutsallığını- imgesel olarak savunabilir, geliştirebilir ancak. “Anlam ise sonradan gelir” diyor ustam Oruç Aruoba. Aslında “anlam” denen şey, anlamın gücüne inanan bilimsellik, “ilerleme ilkesi”, şu, bu, anlama ilişkin ne varsa filan 2. Dünya Savaşı sonrasında çok büyük bir darbe aldı. “Strateji ile Performans” hastalığı diyebileceğim bir şey kaldı geriye 2. Dünya Savaşı sonrasında… Endüst-realite, kapitalizm, iktisat retoriği, sosyoloji, psikoloji retoriği filan da bu yıkımın ürünüdür. Sonuçta, düşün/düşünce ortamı tıkandı. Çünkü düşün/düşünce ortamı da şiir gibi pragmatik değildir. Yani sonuç odaklı değildir, süreç odaklıdır. Sıkı şiir, senin de dediğin gibi pragmatik bir şey değildir. Gecikmelidir. Bu nedenledir ki şiir ve felsefe arasında tarih boyunca kopmayacak sıkı bir bağ var. Bu nedenledir ki günümüzün sıkı şiirinde dizeler birer “önerme” biçiminde de kurulabiliyor.

H.E.: İkinci Dünya Savaşı sonrası düşün ortamının durumunu ortaya koydunuz. Bunun izleri şiirlerinizde de ifadesini buluyor. “Çöplerinizden tanırım sizi.” diyorsunuz Hafız: Kimlik’in bir yerinde. Çöplerin yüzünde kimliğin göstergesi vücut buluyor. Yeniden üretilmiş gerçekliğin içinde bizi çöpe, “iğrence” yönelten bir şey var gerçekten de. Samimi ve arayışı kucaklayan bir şey. Değerin, çöpe dönüşme süreci çok hızlı, kanıksanmış… Artık çöp deyince muz kabuğu gelmiyor aklımıza; kendimize, hayata yönelişimiz geliyor. Arzu duyduğumuz şeyi çöpe çevirme süreci ömrü ifade ediyor. Ama biliyorum ki biz bunu is-te-me-di-ği-mi-zi fark ediyoruz. Edilgen tüketmeyen süjeler olmak mümkün değilse de kesif durma halleriyle boşluklar koymayı öğreniyoruz; koşullandırmalarla kendi aramıza. İsteğimizi fark etmek için buna mecburuz çünkü. Gene Meydansız’dan gitmiş olacağım ama, ben bu dizeyi rahatsız etmek istiyorum: “sizi/çöplerinizden/bilir/im.”

Z.Y.: Çok önemli bir yerden yaklaşıyorsun, çünkü Meydansız’daki şiirlerimin tümünün Paul Éluard’ın “Boşluk bakışlarımın biçimini taşıyor” dizesini teyit eder nitelikte bir türev işlevselliğe sahip olduğunu düşünüyorum. Bir meydanın boşluğu, böylesi bir boşluğun sürekli yinelenmesi -hatta Ionesco’ya gönderme yapalım; o meydandaki “boşluk selleri”- meydansız kalmanın içe dönük öfkesi, hümanizmin birliktelik olgusunun zayıflaması gibi şeyler o kitabımda belirleyicidir. Peki içimizdeki bu “boşluk” duygusunun kaynağı nedir? Tabiî ki günümüz yaşantısına hâkim olan Yeni Kapitalizm’in aşıladığı “sürekli yenilgi”dir. Bir önceki kuşak bunu açıkça fark ediyordu, ama benim kuşağımla birlikte -yani 2000’lerde- boşluk duygusuyla ve “bezdiri”yle yaşamak içselleştirilmiş bir “tipoloji” haline geldi. 70’lerin ardından, Yeni Kapitalizm’in iktisadi söylemleri, endüstriyel tüketim topluluğunun kavramsal arkaplanına “bezdiri”yi de ekledi. Yeni Kapitalizm’in yönetsel süreçleri sürekli bir psikolojik taciz ve bezdiriyle kamçılanan tüketicileri arzuluyordu: Sürekli tüketecek ve ürettiği değerden fazlasını isteyecek bir insanlığı… Tüketemediğinde bezecek, sıkılacak bir insanlığı… “Bezdiri” nedeniyle sürekli kimlik ya da benlik değiştirecek ve yeniden tüketim arayışlarına girecek bir insanlığı… (Eskiden “anlam-arayış” vardı, şimdilerde ise “tüketim-arayış” var.) Yeni Kapitalizm, hayatın her alanında -evlilikte, dostlukta, sanatta, işyerlerinde- tükettiği kadar mutlu olacak bir tipoloji yarattı. Bu tipolojinin yaşadığı son ekonomik krizin kök-nedeni “ürettiği değerden fazlasını istemek”tir. Bu da son dönemde, her yerde, ama her yerde “bezdiri”yi daha da arttırmaktadır. Bir “hiç” ya da “boşluk” için işyerlerinde, plazalarda birbiriyle psikolojik savaş halinde olan, birbirlerine “bezdiri” uygulayan bir topluluk oluştu. İnsanların kafalarındaki evren tasavvuru, tüketimin sürdürülebilirliğine ve hızına odaklandı… Peki bu dandik ve çöpvari fotoğrafta “şiir” ya da “imgelemin özgürleşmesi” nerede duruyor? Çok önemli bir yerde duruyor. Çünkü sıkı bir şiirin, sahici bir şiirin iktisadı yoktur. İmgelemin özgürleşmesi yolunda yazılan şiirler içinde iktisat barındırmaz. Tüm poetik bildirilerimde bunu işaret ettim. (Son 4-5 sene içerisinde kültür ajansları, şiir festivalleri, antolojiciler, şiir yarışmaları, üleştirmenler, jüriler, edebiyat kâhyaları, üçkâğıtçı editörler filan bu durumu tersine çevirmeye çalıştılar ama başaramadılar.) Bugün, hâlâ, sıkı şairlerin varlığı, şiir yazabiliyor olmak, özgür bir imgelemden bahsedebilmek çok önemli bir yüzleştirmedir. Şiir, biraz önce ortaya koyduğumuz tüketim topluluğunu -gecikmeli olarak- kendisiyle yüzleştirir. Şiir, imgeleminin gücü, özgürlüğü ve biricikliği oranında -gecikmeli olarak- insanların insanlığını uyandırır, ayıltır, hatırlatır niteliktedir. Bu söylediğimin geçerliliğini de, ancak, tarihin ve sözün salınımını araştırarak, kenarda kıyıda kalmış efemeraları inceleyerek yani “tarihi bekleyerek” kavrayabiliriz. “Anlam”, işte böyledir, “sonradan gelir”. En azından ben böyle kavradım, böyle yaklaşıyorum meseleye… Brecht mesela… Brecht’in yarattığı tiyatro, o günkü tipolojiler ile halkı yüzleştirmekten başka neydi ki?

H.E: Brecht de bunu görünür kılarak yapmayı amaçladı. Bezdiri uygulamaları topluluk ilişkilerini açıklamada önemli bir yerde duruyor. “Denizaltı Edebiyatı” adlı bildirinizde “Ödüller insansızdır.” diyorsunuz. Ece Ayhan da “Şairlere ödüller verileceğini duyunca, şunları düşündüm: Demek yasalar da yetmemiş, ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor.” demişti. Günlük hayatta da biraz bu şekilde var olmaya çalışıyoruz sanki. Fotoğraflarla önceden belirlenmiş bir sahneyi yaratmaya daha kötüsü yaşamaya çalışarak…

Z.Y.: Ödül konusu son derece karışık bir konu… Şimdi, her şeyi bir kenara bırakalım ve meseleye dil açısından bakalım: Bugün, “Ödül” dediğimiz anda imgesel olarak ödülü alan kişiyi ya da eseri değil “ödül sistematiği”nin kendisini ya da ödülün metasını işaret ediyoruz, yüceltiyoruz, ayrıcalıklandırıyoruz. Eskiden böyle değildi. Şimdilerde, rekabet, kazanmak, yarışmak, hırs, farklılık, üstünlük filan gibi şeyler doğrudan aklımıza geliyor. Ödüllendirme denen şey, Yeni Kapitalizm’in yönetim süreçlerinin içerisinde düşünüldüğünde bir “isteklendirme” türüdür ve iktidar heveslileriyle iktidar sahiplerinin buluştuğu bir podyumdur. Ödül, iktidarın, kendi iktidarını kuvvetlendirdiği bir araçtır. Ödüller sahici değildir. “Ödül Sistematiği” denen şeyden podyumu, ışıkları, jüriyi, ödülü takdim edeni, alkış seslerini, o kırıtışları, gazetelerdeki haberleri, duyuruları filan kaldırın, geriye ne kalır? Şiltler, plaketler filan kalır. Zaten, bu şiltler, plaketler filan birer “simge” değil midir? İmgelemi kuvvetli bir şair için “ödül” denen şeyin karşılığı böylesi bir “sıradan simge” olamaz. Çünkü ödül sistematiğinin demin saydığım bileşenlerinin hiçbiri de imgelemin özgürleşmesiyle bağlantılı değildir. Şairin ödülü sıkı şiir yazmak, yazabilmektir. Şairin ödülü; tüm baskılara rağmen özgür bakışını, imgeselliğinin biricikliğini kaybetmemektir. Derdi şudur şairin; töze nüfuz edebilmek, tözü imlemek… Şair, şiirinin sıkılığını, dizelerinin gücünü yarışmalarla, ödüllerle filan teyit ettiremez. Bakın, bugünün edebiyat ortalığını birazcık araştırdığınızda “ödülsüz” bir şair bulmakta zorlanırsınız. Herkesin bir yığın ödülü var yahu… Nerede kaldı bu adamların ayrıcalığı filan? Ama benim dediğim anlamda, yani imgelemin özgürleşmesi ve töze nüfuz edebilmek yönünde ödüllendirilmiş şair sayısı bir elimin parmaklarının sayısını geçmez. Bu nedenle “Ödüller insansızdır” dedim. Ayrıca, şu ödül geyiğini bir kenara bırakalım, lanet olsun ödüllere filan… Aslında çok merak ediyorum, “Denizaltı Edebiyatı” bildirisini okuduğunda başka neler hissettin, neler düşündün, neyi gördün?

H.E: Denizaltı Edebiyatı bildirisi…Doğrusu okuduğumda hiç de zarif bir tepki vermedim; “yuh” dedim. Heyecanlanmıştım. Bu ilk tepkiden sonra defalarca okuyacaktım zaten. Bu bildiride gördüğüm, kendi bakışımdı. İnsanların da okuyunca aynı tepkiyi vereceğini sanıyorum. Ama bunun dışında, bildirinin “bizim edebiyatımız” için önemli bir noktada durduğunu düşünüyorum. Felsefenin edebiyatımızla temasının, kesişim kümesidir Denizaltı. Olması gerekendir bir bakıma. Dönem dönem çeşitli bildiriler, konjonktürün önerdiği sanat anlayışını ifade etmek, karşı çıkmak için yer almıştır her zaman. Ama burada olan mevcut zihniyetin karşısına geçip bir tersinleme yapmak ya da bir akıma ismini koymaktan farklı… Uzun zamandır oluşmakta olanın kendini sızdırmasıdır bence durum… Hans Arp’ın dadayla ilgili söylediği birşey var; “Biz hepimiz Dada’nın varoluşundan önce de dadaydık.” der. Denizaltı Edebiyatı için de durum böyle biraz. Gerçeği yeniden kurarak değil ama ona yaklaşarak, içinden, çevresinden geçerek, yine başka bir gerçeği kullanarak ortaya çıkarma arayışı… Daha başından, sonucu hedeflemeyen bir arayış. Denizaltı’nda bu açıdan günlük yaşayışımda hissettiğim, zihnimde duyduğum ve anlatmakta herkesin-her zaman zorlanacağı şeyin adsızlığının ilanını gördüm. Bizi imgelere götüren de bu adsızlık. Kelimeleri içine çeken, varlığı çevresine yaydığı titreşimle hissedilebilen ama dokunamadığımız, henüz. Denizaltı bu dokunuşun açlığıdır. Biçimin kendisine atfedilen soytarılıktan sıyrılıp, nefes aldığının da bir göstergesidir. Bunun gecikmeli olarak titreşimlerini hissetmeye devam edeceğiz. Bir umuttan çok, öngörü diyelim.

Z.Y: Evet… Zaten, Denizaltı Edebiyatı’nı bir “manifesto” olarak değil de “bildiri” olarak dile getirmemin nedenlerinden biri de bahsettiğin öngörüdür. Daha doğrusu diğer bildirilerimle birlikte düşünülmesi gereken sezgisel bir alan derinliğidir. Ben denizaltı edebiyatı bildirisiyle birlikte sıkı şiir için özel bir alan derinliğinin gerekliliğini işaret ettim. Şiirsel derinliğe önem vermemin bir nedeni de “Yeraltı Edebiyatı” denen şeyin endüstrileşmesi, iktidara ve gaddarlığa paydaş olmaya başlamasıdır. Bunu dilde de görüyoruz. Yani, tümü için söylemiyorum ama yeraltı edebiyatı heveslilerinin çoğunluğu imgelemin özgürleşmesi yolunda hareket etmiyor artık… Bir ezberin peşindeler sanki. Oysa ki sıkı şiir, ezber bozar! Ezberlenemez!

H.E: Sıkı şiiri tanımamıza yetecek kadar biliyoruz artık onu. Peki metinlerde, özellikle kurgu metinlerde durum nasıl? Son zamanlarda yaratıcı yazım ve kolektif yazın üretiminden sıkça bahsediliyor. Çeşitli grup çalışmaları ya da bir takım yaratıcı yazarlık kursları düzenleniyor. Bununla ilgili bir takım kitaplar ve “yöntemler” mevcut. Bunun yazın üretimiyle nasıl bir ilişkisi olduğunu düşünüyorsunuz. Kurgu metni yaratan nedir?

Z.Y.: Sözlerinde sanki senin de rahatsız olduğun bir “endüstrileşme” durumu var. Bunu hissediyorsun, bundan rahatsızsın ama açık açık ifade etmiyorsun gibi… Kurgu aslında çok önemli bir şey… Tipoloji, olay, imgelem, uzam ve zamanlama gibi birçok bileşenin arasındaki dengeyi sağlayan bir kimya… Sadece düzyazıda değil şiirlerde, şiirsel metinlerde de önemli… Ancak, özellikle 70’lerin başında “yapısalcılık” hemen hemen tüm kurgu metinlere hâkim oldu. Kurgu metinlere “endüstri” kokusunu bulaştıran da bu “yapısalcılık” zaten… Edebi metinlere birer “mühendislik” işi gibi bakılmaya başlandı. Anlatı yerlemlerinin hesabı tutuldu birer muhasebeci gibi… Bu noktada sinemanın gelişimi ve endüstrileşmesi de önemli… Ancak, kurgu meselesinde bir “doz aşımı” var gibi geliyor bana… Şöyle ki, sorunda bahsettiğin kollektif çalışma, ekip çalışması filan bana Yeni Kapitalizm’in “üretim adası” mantığını hatırlatıyor. Artık, üretimde fordizmin klasik üretim bantları yerine “yarı otonom” diyebileceğimiz üretim adaları mantığı, proje yönetimi kafası var. Projelendirilen bu metin yazarlığı birlikteliklerinde, endüstriyel yaşamda sık sık gördüğümüz maliyet, zaman ve risk yönetimi gibi şeyler söz konusu… İşin içindeki “yaratıcılık” bu “yarı otonom” durumdan kaynaklanıyor. Fakat, yaratıcılık denen şeyin ön-koşulu “farkındalık”tır. Özel bir “bilinç” mertebesidir. Şimdi, sormak lazım; o yarı otonom çalışma gruplarından kaç tanesi içinde bulundukları dönemin post-yapısalcı nitelikte olduğunun ve iktidar denen şeyin de artık merkezileşme olmaksızın yoğunlaştığının, yani imgelemi, imgelemimizi sinsice, yeni sinsiyet aracılığıyla ele geçirdiğinin farkında? Sonuçta, -Turgut Uyar’ı selamlayarak söylüyorum- edebiyat ve edebiyatçılar işine bakmaz, göğe bakar… Fakat, sanıyorum ki o yaratıcı yazarlık mecraları işlerine bakıyorlar sadece… Oysa ki kendilerine Julio Cortazar gibi sıkı yazarları örnek almaları gerekirdi. Bence “kurgu”nun edebiyat tarihindeki zirve noktası Julio Cortazar’dır. Cortazar’ın “kurgu” konusundaki dozu, kurguyu kullanışı çok dengelidir. Ya da Sait Faik’i düşünelim, neden kurgudan bunca kaçmış… Sahi, Sait Faik ve eserleri hakkında ne düşünüyorsun? Sence Sait Faik kurguyu ne kadar kullandı?

H.E: Evet, işlerine bakan birileri var. Takdir ediyorum, bu konuda samimiyim ama aynı zamanda uzağım da… Sait Faik’in kurgudan kaçışı onun yaşamı sevme biçimindeydi bence. Dünyayı kurmaktansa, onu göstermeyi tercih ediyordu belki de. An’a yakalananlardandı o da. Son’u değil, hedefi değil, kıyısında olmayı seviyordu. Kurguyu kullanmaktan çok, algılarken kurgu diye niteleyeceğimizi bilerek, olanın olmasına izin veriyordu. Hep “belki”, “bence” diye konuşuyorum ama, bu “emin” olmaktan iyidir diye düşünüyorum. Faik’i de “emin”, “katı” ya da “savunucu” olarak düşünemiyorum. Ondan bu şekilde bahsetmek pek doğru gelmiyor. Çok güzel ifade ettiniz az önce; “Edebiyatçılar göğe bakar…” Bu konuda net birşey söylenecekse o da Lüzumsuz Adamlar’ın açtığı yoldan nice Lüzumsuz’ların gelmekte olduğudur. Projelendirilemez. Formüle edilemez.. Elbette bu şekilde pek çok şey üretebilirsin, ancak işte o boşluk meselesine geri döneceğiz. Zamanın aşılabilir olduğu bir noktada, merkezsiz, iletisiz metinlerin, keşfedilmiş, işaret edilmiş, gösterilmiş kendileri. Kendileri dışında, metnin dışında birşeyi işaret ederken yakalıyoruz. Yakaladığımızı sanıyoruz. ..
Peki, söyleşmeye çöple başlamıştık, buradan bir delik açıp, -ç-‘nin iki harfini değiştiriyorum; çay. Çay aslında zaman gerektiren, üstelik de dramatik bir içecek ancak günlük hayat dediğimiz, mevcut olmayan o dünyada çay da pek bir hızlı. Çay’ı çay yapan nedir? Gerçekten bırakalım iktidarın, metnin merkezsizleşmesini ve hepimizin elindeki o bardağa dönelim.

Z.Y.: Bana göre, çayı çay yapan demlenmesidir. Yavaş yavaş, düşüne düşüne, acelesiz, kısık ateşte, terlemesi, demini almasıdır. Harman da önemli ama demlenme daha önemli… Çayın bir keyif unsuru olduğunu ilk kez orta son sınıftayken farkettim. Bir arkadaşımla beraber, gitarlarımızı kapıp Fethi Taner’in Büyükada’daki evine gitmiştik. Fethi Taner’in adadaki evinde koridor boyunca ilerlerken, mutfaktan mükemmel bir çay kokusu geliyordu. Sonra balkonda oturup çay içtik, değişik konular üzerine sohbet ettik. Çayın bir keyif olduğunu, bir düşünselliği içinde barındırdığını o zaman anladım. Çay eşliğinde, yani alkolsüz olarak da çok sıkı bir şekilde “Hey Jude” çalınabileceğini Fethi Taner ispatlamıştı bana… Sonraları, lise öğrenciliğim sırasında, bir yaz tatilinde, Antalya-Kaş’ta deli bir kemancıyla tanıştım. Bu kemancının ufak bir kitapçı dükkânı vardı. Adı Erkan’dı. Sürekli değişik değişik çaylar demlerdi ve sürekli Jean Luc-Ponty’nin albümlerinden episodlar çalardı. Yasemin çiçeği toplar, çayın demine kurutulmuş yasemin çiçeklerinden katardı. En sevdiğim çay bu harmanda olandır. Son yıllarda da Marmara Adası’nda az miktarda “adaçayı” ile harmanladığım çaylardan içiyorum. O da çok güzel oluyor… Garip bir şekilde çay içmek “ada” ile özdeşleşti benim için… Benim için en keyifli çay, adada içilendir. Tahmin edebileceğin gibi, endüstrileşmeden nefret ettiğim oranda çay makineleri ve benzeri düzeneklerden de nefret ediyorum. Bir de tabiî ya, “çay” dediğimizde aklıma “Boston Tea Party” olayı geliyor. Ama o ayrı ve özel bir konu…

H.E: Evet, kesinlikle katılıyorum. “Düzenekten çay”; uyurgezer çayı diyorum buna, bilinçsiz, suya katılmış çamurdan farksız. Vapurda, gece sohbetinde, özenerek yapılan kahvaltılarda, gitar çalarken, kitap okurken, bir de gazetenin yanında hatırı sayılır çayın… Aslında her gün de gazete okumam, yanında çay varsa, arada bir törensel olarak okurum sadece… Her duruma göre farklı bir uyumu, zamana katkısı var. Zamana katkıdan öte, kendine dair bir zaman dilimi, yaşayışı var çayın… Yormayan, destek olan bir tarafı da var sanki. Çay sakindir, kahvenin aksine. Ada olayı kesinlikle bambaşka… Çocukluğumun bir kısmı adada geçmişti, paten kaymayı, elde yenen patates köftesini felan orada öğrenmişimdir. Ada deyince, aklıma hemen “Ada bir füg’dür” sözünüz geldi. Gerek şiirlerinizden gerekse, edebi bildirilerinizden adanın düşün dünyanızdakini önemini biliyorum. Ada, adabeyi kelimelerini geri çağırmadan önce; rüzgâr ve iskele de kendi hakkını ister. “Şiir denizaltı iskelelerine yanaşır.” Ama nasıl? Ada bir de hep, başka bir dünya düzenin kurulduğu, yeni toplumsal ilişkilerin yaratıldığı- yaratılabileceği serbest bir yaratı alanı olarak düşünülegelmiştir. W. Shakespeare, F. Bacon, T. More gibi adamlar ütopyalarını ancak adada yaratabilmişlerdir. Bizde de ada hep keyfi ve uzakta olmakta halini çağrıştırıyor sanki. Ondaki güven, huzur, diğer yandan bir sınırlandırılmışlık… Ancak gene de “tercih sebebi” olması… Bir de adadaki insanda hep bir “bekleyen” taraf vardır sanki… Mutlaka biri gelecektir çünkü “dışarı”dan… Nedir bu ada’nın zihnimize ve halet-i ruhiyemize etkisi?

Z.Y.: Çoğunluğun turizm kafasını, yapay eğlencelerini, bohemcilik oyunlarını, mavi sürgün ayaklarını, içip sapıtanları, yeniyetmeleri filan bir kenara iterek cevaplamalıyım bu sorunu… Ada yaşantısı benim kaderimdir. Adada geçen günlerim gerçekten bir füg halidir benim için… Adanın kendisi de varoluşu da yaşamın fügü gibidir. Beni iyileştiren, bana yaşadığımı anımsatan, beni derinliğe sevk eden yegâne ve yâdigar yerdir ada… Ben yaşamayı adadan öğrendim sanki… Kalbimin attığını, nefes aldığımı, yaşamın yaşam olduğunu, dostluğu, emeği, insanlığı adada öğrendim. Adanın rüzgârı, denizi, gökyüzü ve oradaki yaşantım, dostlarım benim varlığımın kanıtıdır. En iyi şiirlerimin imgelemini adada kurdum ben. Gece denizini mürekkep olarak orada gördüm, rüzgârın denize ve ağaçlara devinim kattığını, düşünce kattığını orada hissettim. Balıkçıların öfkesini, coşkusunu, beklentilerini, meramet sanatını, her şeyi! Şiirin bir vatoz balığına, vatoz balığının hareketlerine benzediğini orada, babamla birlikte balığa çıktığım günlerde anladım. Şiir derindedir. Ona kolay kolay ulaşamazsınız. Aslında, onun da size ulaşması kolay değildir. Bunu ada gösterdi bana… Şiirin varlığı, varoluşu, adanın imgelemi benim için yaşamın, yaşamamın kanıtıdır.

H.E: Vatoz’un Salınımları’nda, “Anlam ortalama zekânın durağıdır.” diyorsunuz. Kaspar gibi anlamı yakalamaya çalıştıkça çaresizleşiyoruz belki de. Ama elimizde bu ufak tefek kanıtlar da yok değil, yaşamaya dair. O kanıtları kurcalamaya çalıştık, yapabileceğimizin en iyisi budur belki de… Güzel bir söyleşi oldu. Memnuniyetsizliklerimizle ve yaşamdan aldığımız keyifle buradayız, olacağız.

Z.Y.: İmgelemin özgürlüğü yolundaki umudumuzla birlikte buradayız, bekliyoruz… Çok teşekkür ederim bu sıkı söyleşi için…

1 Nisan 2011

2006-2011 yılları arasında -bendeniz- Zafer Yalçınpınar’la yapılan söyleşilerin tümüne https://zaferyalcinpinar.com/dilinkemigi.html adresinden ualaşabilirsiniz. Ayrıca işbu söyleşileri daha derli-toplu olarak, yani bir pdf dosyası biçeminde https://zaferyalcinpinar.com/dilinkemigiyoktur.pdf adresinden de indirebilirsiniz.

Yorum yapılmamış »

RSS feed for comments on this post.


Leave a Reply

You must be logged in to post a comment.

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com